Bir Nisan Akşamının Ardından

Nilüfer Çifçi

 "Ama zaman her sonsuzlaşmasını
Hiç yitirmediği anlarından anlar"
Oruç Aruoba

Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Kadıköy randevularının nian yeri olan boa heykelinden Bahariye’ye doğru kıvrıldığınızda sol kolun üzerindeki ilk sokağın -Ali Süavi Sokağı’nın-  üzerinde. Yenilerde bu sokağa Sanatçılar Sokağı da deniyor. Sokağın başında yüksek duvarlı Surp Levon Ermeni Kilisesi var. Parmaksızoğlu isimli bir Ermeni’nin Bahariye Caddesinden Hasırcıbaşı Sokağına kadar uzanan büyük bir bağ olan bu arsa 1890 da ölümünden sonra varisleri tarafından parsellenmiş bir parçası da kilise yapımı için kurulan “Ermeni Katolik Cemaati Vakfı”na verilmiş, cemaat 1911 de kiliseyi yaptırarak ibadete Surp Levon ismiyle açmış. Sokakta kültür merkezine doğru yürümeye devam ederken sağlı sollu cafeler, sanat atölyeleri, medikal malzeme satan dükkânlar ve bir de dişçi var.  Her ne kadar yüksek duvarlarından dolayı Kültür Merkezinin içerisi başta fazla görülemese de kilisenin mimarisiyle paralel olduğunu seziyor insan. Üç katlı taş bina kilise gibi yüksek avlu duvarıyla çepe çevre sarılmış. Binanın yola bakan yüzünde kuru sarmaşık dallarının hala izi var, alınlıklı muntazam pencerelerin simetrik olarak her kata yayılmış olmasından mı bilinmez bir zamanlar okul olduğu hissini uyandırıyor. Sonrasında da eski bir yatılı Ermeni İlk mektebi olduğunu öğrenmek doğrusu şaşırtmıyor insanı.

İnsanlar öbek öbek Kültür Merkezinin bahçesinde birikiyorlar. Bahçeye adım atar atmaz, mekânın atmosferine, tam tamına yüz yıl kadar önce binanın yapılışının, şimdi başını az daha yekinse sevdalı bir buluta değdirecek olan çınarların ilk dikilişinin, küçük çocukların çınarlar arasında bahçede koşuşturmasının hissi sinmiş. Sanki bir zamanlar belki başka bir hayatta yaşanmışlık duygusu sisler ardında bir ürperti gibi gelip geçiyor. Kadınlar erkekler çocuklar yaşlılar tüm bu insancıklar çınarların altındaki küçük masalara yerleştirilmiş rengârenk çiçek buketleri. Kıpırdayan dudaklarda şiirler, hikâyeler, özlemler, temenniler, söz vermeler, küsüşler ya da barışmalar… Yaşam sonsuzlukta temrin edip duruyor kendini.
Binanın alt katı Piraye Cafe. İçerisinin de güzel vaatleri var: Girişte Usta’nın ve başka diğer birçok yazarın kitapları, dergiler çay kahve, yiyecek seçenekleri ve su kaplumbağalarının yeterince izleme sabrı olanlara vereceği bir parça keyif. İçerideki masif masaların bağrına ahşap boyama ve dekupajla Ustanın kâh siluetini kâh imzasını nakşetmişler. Kimi masalara da başka şairlerin ya da yazarların adı verilmiş. Mesela Edip Cansever masasına oturunca bu masa, şu elimdeki kitapları, çantayı, çay bardağını, sevinçleri ve hüzünleri, anıları, çayın bergamot tadını, iki dal gülü ve burada ki her bir insanın gün boyu yapıp ettiklerini taşır mıydı diye merak etmekten insan kendini alamıyor.
Vakit geçip zaman tamam olunca tüm insan kardeşler yukarıya o küçücük konser salonuna toplaşıveriyor.  İsmail Hakkı Demircioğlu ve Erkan Oğur –ki onlar modern zamanların dervişleridir kâinatın türkülere sinmiş sırlarının peşinden koşan- bu iki âdemoğlu söze ses vermeye başlıyor. Birbirine bu denli güzel yakışan iki ses daha var mıdır diye sormadan edemiyor insan.
Zamanın sonsuzluğunda acılar özlemler aşklar temrin edilerek, bakır imbiklerde damıtıla damıtıla dem alır. O demler deyiş olur, nefes olur, güzelleme olur. Dinleyen kulaklar sırra erer, yürekler gönenir. O akşamda bu iki derviş “bize sırları söyle” diye kalbini açan tüm ruhları arındırdılar. Sesleri su zerreleri gibi havaya nüfus etti, yansıyan ışığının ardındaki sözün gizli yedi rengi görüldü. Aşkı ünleyen deyiş değil de, deyiş ünleyen aşk, “çakmak taşını döven ateştiler.”* Naif bedenlerinden yansıyan haleler o çatı katındaki bütün kalpleri ışığa kesti. Yaralarımıza baktık bir kez daha, o hiç iyileşmeyen zaman zaman türkülerle sarmaladığımız, unutmadığımız yaralara.
Farklı perdedeki seslerin mükemmel dengesinin, ritminin yarattığı aura da, o nefeslere Onlar dışında birileri asla öyle can veremez gibi gelir insana, çünkü tek bir nota atlansa ya da değişse kazara, büyü bozulacak gibi gelir. Satie’nin müziği gibi huzur ve hüzün öyle iç içedir ki; huzurun başlayıp biranda hüzünle yer değiştirivermesine şaşarsınız. İçinizin yağmura kesmiş bulut gibi göz pınarlarınıza hücum edişi, biranda yerini rengârenk gökkuşağına bırakabilir. Dervişlerin müziğinin öyle güçlü bir tılsım etkisi vardır ki; kadim zamanlara doğru çıktığınız bu yolculuktan içiniz gönenmiş ruhunuz aydınlanmış olarak dönersiniz.
Onlara ve Nazım Hikmet Kültür Merkezine teşekkür borçluyuz. Çünkü bizi bir araya topladılar. Çünkü ruhumuzu arındırdılar. Yaşamın kargaşa sağanağında bir parça saçak altı düşleri yaşattılar. 


Charles Causley / I’m the song

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder